24 Ağustos 2021 Salı

[Okumalar, kitap hakkında] Kadim Türklerin Mitolojik Hikayeleri

  Ön-Türk kavimlerinden beri süre gelen mitolojik hikayelerimizin topladığı ve bunları kaynaklara dayandırarak güzel bir şekilde anlatıldığı değerli bir eser. Kitabı okudukça kendi tarihi inançlarımızın, yaşayış ve hayatı yorumlama şeklimizin ne kadar farklı ve ilgi çekici olduğunu fark ettim. Kitabın genel yapısı bilgi içerikli olduğu için bir roman gibi akıcılık beklememek gerekiyor fakat hikayeler  o kadar çok içine çekiyor ki zaman zaman bulunduğum dünyadan ayrılıp kendimi kadim Türklerin hikayeleri içinde kaybolmuş halde buldum, yerin altında Erlik Han'ın sarayında  bir Körmes olarak yada göğün 16.cı katında Bay-Ülgen'in yaşadığı altın dağın üzerindeki altın tahtının önünden dünyaya bakarken. Sayfalar içinde ilerlerken Türk inanışlarında tanrıların nasıl tasvir ediliğini yaratılış ve yok oluşların kısmen başka toplumların mitolojilerine ve inanışlarına geçtiğini gördüm ve bu en çok ilgimi çeken kısımlar olmuştur. Güneş ve ayın önemini ve varlıklarının neyi ifade ettiği çok güzel tasvir edilmiş.  Yay germedeki ustalığı Tanrılaştırmak Türk kavimlerinin diğer kavimlere göre yay germedeki ustalığının nereden geldiğini daha anlaşılır hale getirmektedir. 

 Hemen hemen her varlığın bir iyesi (ruhu) olması ve insanın dünyadaki tüm varlıklar ile bir bütün halinde yaşaması diğer varlıklara saygı göstermesi ki bu bir mecburiyet değil ahlaki değer olarak gelişmesi bana en fazla anlam ifade eden kısmı oldu. Ağacın bir ruhunun olması, ( Ağaç tüm Türk kavimlerinde kutsaldır.)  mecbur kalınmadıkça kesilmez. Ormanın bir ruhunun olması,  orman içinden geçerken saygılı olunması ve zarar verilmemesi. Avcılığın bir ruhu olması (Kuzey Türk kavimlerinde insanların karşına Ayı Formun da çıkan bir iye), avlanırken bu iye kızdırılmamalı av hayvanlarına gereksiz zarar verilmemeli ve ihtiyaç fazlası avlanmamalı. Evin bir ruhunun olması, eve girerken ev ruhunu evde olduğu ve evi koruduğu bilindiği için ev boş dahi olsa eve girerken selam verilerek girilmesi ve evden ayrılırken bu ruh ile vedalaşmak evi koruduğu ve sahip çıktığı için ona teşekkürlerini sunmak (Her hangi bir ritüel gerçekleştirilmez sadece konuşulur) çok hoş bir davranış şekli. Ateş'in bir ruhunun olması, eski zamanlar her evin içinde ocak olduğu için ve yemeklerini bu ocaklarda pişirdikleri için bu ateşin de bir iyesi olduğuna inanılırmış ve her yemekte sofraya bir kaşık ve tabak fazladan koyulurmuş ateş iyesine sunmak için (Bence fazladan koyulmasının sebebi her an Eve Tanrı misafirinin gelebilecek olması ve hazırda fazladan tabak olması ki bu kültür halan devam etmektedir, her ne kadar bu şekilde bize geldiğini bilmesekte.).

 Kadim Türk toplumlarının her şeyin suda başladığına inanması bana bir dudak büktürdü ve biraz şaşırtı diyebilirim. Hiçbir şey yaratılmamışken zamanın bile olmadığı bir zamanda ve yalnızca uçsuz bucaksız bir su varken, Ag Ene sudan yarıya kadar çıkarak, Ülgen'e yaratma  ilhamını verip tekrar sulara dalan Ag Ene'nin ışıktan bir silüeti,  ismi olmayan bir bedeni vardır. O, hayatın başlangıcına dair ne varsa hepsine ruh vererek yaşam döngüsünü başlatmıştır.  Ve her şeyin sonu Kalgançı çağı ile gelmektedir, inanıyorlardıki Tanrı'nın yarattığı evren Tanrı'nın emriyle son bulacaktır. Kadim Türkler her şeyden önce ahlaka, doğruluğa, adalete, hakkaniyete çok büyük önem veriyorlardı ve bunların bozulması bir yok oluşu beraberinde getirecektir.

    

                                                                    *****

Dikkatimi çeken, kitaptaki hikayelerden ve bazı cümlelerden kısımlar. 

***

Okur burada evrenin nasıl yaratıldığının şahidi olacak, kötülüğün başlangıçtan var olduğunu anlayacak, kaderin, talihin Yara-Çeçen adlı bir yargıcı olduğunu öğrenecek, insanların unutkanlığının, nankörlüğünün sebeplerini görecek, içimizin dışımızdan daha kötü (insanın alacası içinde) olduğunu fark edecek, Kalgançı Çağı'na insanın kendisinin hazırladığını bilecektir. 

***

... Kalgançı Çağı geldiği zaman tekrar her taraf suyla ve karanlıkla kaplanacaktı. O nedenle de çok sonralar Türk kaviminin bilgesi, vilayet issi Korkut Ata'nın kitabında Kazan Bey'in dilinden "Su hak didarını görmüştür" denilecektir ve yine çok sonra eski Türkler suya türkürmeyi, kötü söz söylemeyi; onu kirletmeyi yasaklayacaklardı.

***

Çocukların ve Kadınların Hamisi Umay Ana

Eski Türkler kadınların ve çocukların hamisi olan Umay Ana adlı bir ruh da tanırlar. Umay, sadece çocukları ve lohusaları değil, aynı zamanda hayvan yavrularını da koruyan bir tanrıçadır. Ona göre de eski Türkler kadının ve doğan çocuğun Umay'ın himayesinde olduğuna inanır, Umay'a saygıda kusur etmezlerdi. Bir sözle Umay, kadim Türklerin Ana Tanrıçası durumunda idi. Hem şaman hem halk anlatılarında hem de arkeolojik bulgularda (seramik kaplarda, mezar taşlarında) Umay Ana iç boynuzlu olarak betimlenir. Altay Türkleri onu göklerden inen gümüş saçlı, güzel yüzlü bir kadın olarak düşünmüşlerdir. Diğer Türkler onu beyaz saçlı, beyaz giyimli, güzel bir bayan olarak tasvir ederler. Mitlerde kuş kılığında kanatlı bir varlık gibi de anlatılır. 

.....

Çocuklar uykuda güldüklerinde Umay'ın onlarla oyun oynadığı varsayılırdı.

...

Çocuk dünyaya geldiğinde onunla aynı zamanda Umay da gelir ve çocuğun süt emme süresi dolduğunda, yani iki üç yaşlarına geldiği zaman, Umay artık onun canı, ya da yaşam enerjisi olur.


***

Kaderin Yargıcı Yara-Çeçen


 İnsan ve hayvanların yaratılışı üzerinden fazla zaman geçmedi. kısa bir sürede yeryüzünde insanlarla hayvanlar türeyip artmaya başladılar, zira onlar ölümün ne olduğunu bilmezlerdi. İnanca göre insanlar, yerde çok kalabalıklaştılar. Eğer ölüm olmasaydı yeryüzü çoktan tıklım tıklım olurdu. Ülgen'in Yara-Çeçen adlı bilgili, akıllı bir yardımcısı vardı. Hayatı rayına oturtmak için Ülgen, yardımcısı Yara-Çeçen'i insanların yanına gönderdi ki onları bir araya toplayıp göklerin yargısını, insan ömrünün sınırlı oluşunu, ilan etsin. Bu görevlendirme ile Ülgen onu insan kaderini belirleyen yargıç olarak tayin etti. Yara-Çeçen, derhal göreve başladı ve gökten yere, insanların yanına geldi. İlk önce çok sayıda kızları olan bir eve girdi. Evdeki kızlar, Yara-Çeçen'i gördüklerinde gülmeye başladılar, çünkü onun görünüşü gerçekten de gülünç idi. Ayaklarına dolaşan uzun sakalı, fakirane kılığı, pejmürde hali ile gerçekten de çok komik görünüyordu. Yara-Çeçen, buna kızarak şöyle dedi:

 -Beni, Ülgen herkese ömrünün sınırlı olduğunu bildireyim diye gönderdi. Ancak siz bana güldünüz. Görün şimdi başınıza neler gelecek:

Senin karaciğerin farklı olsun

Aklın gariplikte olsun

Kara yara vücuduna bahşiş olsun

Babanın, annenin kapısı önünde durma

Kaburgan kırılsın. Yaşlı atın yavrusu

Bırak sana yardımcı olsun

Saçın senin ikiye ayrılsın

Yara-Çeçen'in bu bedduasından sonra kızların akılları ve yürekleri değişti. Daha önce evlendikten sonra dahi baba evinde oturan kızlar, bundan sonra baba evini terk ederek koca evine taşındılar. Altay rivayetine göre insanlara ölümün ne olduğunu ilk olarak Yara-Çeçen'in kendisi gösterdi. O bir kargayı öldürdü, toprağı kazarak onu gömdü. Başka bir varyanta göre Yara-Çeçen'in talimatı ile bir kuş diğer ölü kuşu gagası ile kazdığı toprağa gömdü. İnsanlar ölümün ne olduğunu anladılar ve ölüyü nasıl gömeceklerini öğrendiler. Yara-Çeçen, nikahı da yasallaştırdı. Yara-Çeçen'den önce kızlar, resmi olarak evlenmez, kocaya varmaz, baba evlerine aldıkları erkekle yaşarlardı.

 Bundan sonra Yara-Çeçen, sadece insanları değil, bütün yaratıkları bir araya toplayıp onların ömrünü tayin etti. O, balıklara bütün yaratıklardan daha çok, 800 yıl, ömür verdi. Hayvanların bazılarına 80-100 yıl, bazılarına 50-60 yıl, bazılarına daha az, insanlarada ortalama 60-70 yıl ömür biçildi. Bazı insanların daha uzun yaşamasının sebebi Yara-Çeçen'in onlara büyük merhameti sayılır. O zamana kadar insanlar ölümün ne olduğunu bilmezlerdi. Yara-Çeçen, pratik olarak ölümü göstermek için bir insanı öldürdü ve gömdü. Ölümün bilindiği güne kadar insanlar arasında ayrılık, savaş, kan dökme yoktu. İlk insanın ölümünden sonra kin, nefret, çirkinlik, ihanet, düşmanlık, katillik vb. kötülükler ortaya çıktı.

 İnsanın kaderi önceden Yara-Çeçen tarafından yazılmış olsa da gökten yere, oradan da yeraltı dünyasına  kovulan Erlik, ölümü hızlandırmakla insanları vaktinden önce ölmeye sevk eder. Ancak bilindiği gibi Ülgen, Erlik'in kötülüklerle dolu dünyasını yerle bir etmişti. Erlik'in dünyasından yere dökülen hizmetçiler kırk üç tekere çevrildiler. Bu kırk üç etker nereye düştüyseler orada kötülük kaynağına çevrildiler. tEkerler bulundukları yerlerde insanlara zarar vermekle onları ölüme sürüklemeye başladılar. Böylelikle, ölüm hızlanmış oldu. Ölüm meleği olan Tınalgıç Aldaçi veya Usmekçi, Erlik'in yardımcısı olup ölüm vakti gelmiş insanların ruhlarını alıp öteki dünyaya, Erlik'in meskenine götürür.

 Yakut Türkleri Yara-Çeçen adında kader yargıcını bilmezler, ancak kaderi ve alınyazısını yazan Cılga Han'ı veya Cılga Haan Toyon'u tanırlar. Cılga Haan Toyon, Tanha Haan Toyon'la birlikte insanın doğumundan hemen sonra kaderini yazarlar. Yakut kadınları alın yazısının ve kaderin hakimi olan bu ruhtan çocuk da isterler. Cılga Han, göğün Kuzey-Batı kısmında, eşi Cılgıs Biisle beraber oturuyor. İnsanların, doğumun ve bebeklerin hamisi Nelbey Ayıısıt'a çocuk istemek için yalvarıp yakarmaları fayda vermediği zamn Yakut kadınları, Cılga Han'a yakarır, ondan çocuk isterler. Ayrıca ruhunu Cılga Han'dan alan çocuklar, kazadan ve diğer felaketlerden ölmezler. Onların ölümü doğal yolla olur. Kaderin, alınyazısının belirleyicisi olan ruhun kadim Türklerde saygıyla anıldığı bilinmektedir.

***

Yara-Çeçen ile Eren-Çeçen








*** 
Kalgançı Çağ'ı ile ilgili Şiirler:

Kalgançı çağ geldiği zaman

Gök demir gibi sert

Yer bakır gibi katı olup kalır

Hanlar birbirine hücum eder

Halklar birbirine kötülük eder

Sert taş ufalır

Katı ağaç parçalanır

Bütün halklar bozulur 

İnsan bir dirsek boyu kalır

Adam başparmak kadar kalır

İnsanların dizini kısa olur

Ayaktan başka her şey baş olur

Baba evladını tanımaz

Avlat babasını tanımaz

Çöl soğanı insan başı fiyatına çıkar

At başı kadar altın

Bir kap yemeye değmez

Ayakaltında altın yatar

Onu yerden kaldıracak insan bulunmaz.

*

Zamanın sonu geldiğinde

Kara toprak ateşle alevlendiğinde

Baba Tanrı Kayra Kan

Kulaklarını tıkar

Halklar bozulduğunda

Nesiller, akrabalar ayrı düşer

Sahte rüzgarlar eser

İnsanlar canlanır

Doğanın düzeni bozulur

Küçük denizler çalkalanır

Demir üzenginin ucuz delinir.

İğnenin deliyi kırılır

Toplumların düzeni bozulur.

Kara kurt (insan) kanatlanır.

Kara gözü kanla dolar

Kara sular kanla akar.

Yer titrer, dağ delinir.

Gök bozulur.

Deniz çalkalanır.

***

Ağaç Ana

Eski Türklerin etrafında yaşadığı Kara-Korum adlı bir dağ vardı. Bu dağdan Selenge ve Tola adlı iki nehir akardı. Bu iki nehrin arasında çok büyük ve tenha bir ağaç vardı. Bir gün bu ağacın üzerine gökten kutsal bir ışık indi. Bunu gören halk burada bir şeyler oluyor diye ağacı gözetlemeye başladılar. Işık peyda olduktan sonra ağacın gövdesinde gebe bir kadında olduğu gibi şişkinlik yaranmaya başladı. Işık her gün ağacın üzerine iner ve ağaç da her geçen gün daha da şişkinleşirdi. Nihayet, dokuz ay on günden sonra ağacın karnı yarıldı ve gövdesinden beş çocuk çıktı. Bir başka varyanta göre ağaçtan bir kapı açıldı baktılar ki içeride beş çadır, her bir çadırda bir çocuk var. Çoçukların:

- Bizim ana babamız kim? sorusuna

Halk: 

- Sizlerin ana babası bu dağla bu ağaçtır, cebanı verdi.

Bu çocuklardan en küçüğünün adı Buka Han idi. Sonradan o, Uygurların en bilgili hükümdarı oldu ve cihan devleti kurmak için mücadeleye başladı.

 Mitin başka bir varyatına göre bir gün Tanrıoğlu bebekken hangi sebebten bilinmiyor, bir ağacı altına bırakılır ve ağaç yaprakları ile onu yedirerek büyümesini sağlamış olur. Kadim Türklere göre bu Tanrıoğlunun adı Buna idi. Türkler bu yüzden ağacı kutsal bilip ona saygı duyar, ihtiyaç olmadığı sürece kesmez, dini törenlerini onun etrafında yapar, ona çaput bağlamakla Tanrı'dan bir şeyler isterler.


Dikkatimi çekip yazmak istediğim bir çok kısım var ama böyle devam edersem, kitabın tamamı dökmek zorunda kalacak gibi oldum. Bu kısımda kesiyorum.


Esenlikler...